Serap Yeşiltuna 12 Mart Muhtırası konusunda Zonguldak Nostalji sayfasında şunları paylaşmış:

12 Mart muhtırası olmuş, 1971 yılının ikinci yarısı gelmiş ve Zonguldaklı Mümtaz Soysal ve eşi Sevgi’nin hayatı hiç ummadıkları bir anda hiç ummadıkları bir rotaya girivermiştir.

Sevgi hanımın Mümtaz Soysal ile ilişkisi başlamış, TRT sansür günlerine girdiği için iş hayatı da gelgitlerle dolu bir hale girmiştir.

12 Mart olduğunda ilk tutuklananlardan birisi Mümtaz Soysal’dır. 18 Mayıs 1971’de fakültedeki ders yılının son gününde, ders sırasında, öğrencilerinin önünde apar apar yaşanan bir tutuklamadır bu. Suçu “Anayasaya Giriş” kitabında “komünizm propagandası” yapmaktır. Mamak’ta aylarca, davasını bekleyeceği günler başlamıştır. Sevgi için ise hiç ummadığı bir anda, zor günler...

Her hafta Çarşamba günleri Mümtaz Soysal’ı cezaevinde ziyaret edecek, çamaşırlarını ve kitaplarını götürecektir. Bu sancılı günler, onu bu ilişkiyle ilgili bir an önce karar almaya itecektir.

Evlilik!

Üçüncü evliliğini, kendisinden yaşça büyük, aslında hiç de evlenmeye niyeti olmayan bu Anayasa Profesörü ile yapar. Artık Sevgi Soysal olmuştur.

Bu yeni evlilik, 12 Mart’a dair her türlü sıkıntıyla birlikte gelmiştir. Mümtaz Soysal’ın eşi olmaya, bir gece İsrail Büyükelçiliği’nin önünde yaşanan tamamen tesadüfi ve lüzumsuz bir şekilde gelişen bir arkadaş kavgası ve “Yürümek” kitabı ile ilgili başlayan soruşturma eklenince Sevgi Soysal da kendisini kocası gibi cezaevinde bulacaktır.

Askeri bir kışladan kadınlar için dönüştürülmüş derme çatma bir cezaevi olan “Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu” onun için yeni bir dönemin başlangıcıdır.

Bir yandan Mümtaz Soysal’la görüşe gidemeyecek olması, bir yanda içeride yaşanan sıkıntılı ve bir o kadar üzücü süreç, hayatındaki en zor dönemlerden birini getirmiştir. Her şeyle dalga geçen, hayatı biraz da ti’ye alan Sevgi Soysal bu cezaevinde kendisi işkence görmüş müydü bilmiyorum ama, sorgudan gelen kadınların, koğuş arkadaşlarının durumunu gördükçe, bir insanın bir insana, hele de bir kadına yapabileceklerinin sınırı olmadığını gördükçe büyümüş, olgunlaşmış ve ne yazık ki hayatı daha yakından tanımıştır.

Bu ilk tutukluluğu çok uzun sürmez ancak cezaevinden çıkar çıkmaz TRT’deki işinden atılmıştır. Tarih tekerrürden ibaret değil mi? Baskı dönemleri aynı zamanda işsizlik, parasızlık ve mali sıkıntı demek…

Tahliye ise hürriyet demek değildir, çünkü ülke hür olmadığı gibi, muhalifler de her an baskın, aranma ve tutukluluk tehlikesiyle karşı karşıyadır. “Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu” kitabında Sevgi Soysal o günleri şöyle anlatır:

“Görünmez dikenli tellerle çevrili bir tutukeviydi Ankara’nın kendisi de. Sanki Ankara halkı, ‘polislerle izlenenler’ diye ikiye bölünmüştü. Dinlenmeyen telefon, gözlenmeyen ev yok gibiydi. İhbarlar alıp yürümüştü… Bir gün önce sokakta rastlaşıp konuştuğumuz tanış ertesi gün alıp götürülmüş oluyordu. Mahirler Maltepe Cezaevi’nden kaçmışlardı. Ulaş Bardakçı bir sokak arasında vurulmuştu. Mahirlerin Ankara’da oldukları söyleniyordu. Ankara’da sokağa çıkma yasağı vardı geceleri. Her gece insan avlanıyordu Ankara’da, her gece evler basılıyordu. Evlerde karakollar kuruluyordu. Karakol kurulan eve rasgele giden de bilinmedik yerlere götürülüyordu…

Mamak’ta karakış vardı. Buz gibi karlı havayı fark etmiyordu bile tutuklu yakınları. Yakınlara yapılan muamele soğuktan da acıtıcıydı. Her Çarşamba durdu duracak yüreklerle gidiyorlardı görüşe. Denizler asıldı asılacak deniyordu. Tutuklu yakınları arasında yaratılan yılgınlık istenen yılgınlıktı. Onların yüreklerine salınan kuşku, yayılması istenen bir kuşkuydu.

İsteniyordu ki tutuklu yakını tutukluya, tutuklular birbirine, tutuklu yakını tutuklu yakını olmayana, evi arananlar evi aranmayana, kovalanan kovalanmaya düşman olsun.”

Ve aydınlar… Her devirde olduğu gibi toplumun en kaypak, en ruhsuz olmaya yatkın tabakası. Deniz Gezmişlerin idamı Meclis’te onaylandıktan sonra kafasını nereye saklayacağını bilmeyen, görünmez olan, duymaz olan aydınlar Sevgi Soysal’ı en çok üzen, en çok hayal kırıklığına uğratan kesimdir.

“Türkiye’nin kalbi Ankara nice taştan bir yürek olduğunu gerdanını

gere gere kanıtlıyordu bizlere. Herkes bir sebep buluyordu, herkes bir özür buluyordu, herkes bir kaçamak buluyordu, hatta herkes zeytinyağı gibi üste çıkıyordu. Ve bunca haklı, bunca doğruyu zamanında görmüş, bunca bilmiş, bunca aklıevvel ve bunca tuzu kuru aydın, idamlara karşı bile imza atamaz hale gelmişti.”

Bir tutuklu yakınıdır Sevgi Soysal o günlerde. Ve tutuklu yakını olan Deniz, Hüseyin ve Yusuf’un babalarının acılarını paylaşmaya çalışanlardan da biri. Ancak bu paylaşım oldukça çaresiz oldukça üzücü, oldukça başarısızdır:

“Üç baba oturuyordu. Üç babayla konuşamıyorduk. Üç babaya akıllar veriyorduk. Üç baba bizi dinliyordu. Üç babaya verdiğimiz akıllar hiçbir işe yaramıyordu. Üç baba gergedanlarla anlaşamadılar. Gergedenca konuşuluyordu. Babalarla baba dilince. Babalar hiç gözyaşı dökmüyordu. Bütün gözyaşlarını ağıtlarını bir yumruğa toplayıp bir zemberek gibi germişlerdi. Üç babanın zembereğinden korkuyorduk.”

İşte böyle günlerden birinde, kime üzüleceğini bilmediğin, kimin için ne yapacağını şaşırdığın günlerden birinde ANKA ajansında çalıştığı ofise telefon açılmış, “Sevgi Soysal Merkez Komutanlığı’na buyursun” denmişti.

“Daha önce tutuklanmış olduğum için eski bir film seyreder gibiydim. Tek üzüntüm Mümtaz’ın da uyduruk bir özgürlüğe salınmış durumuydu. Mamak’tan kurtulur kurtulmaz Yıldırım Bölge kapılarında beklemek zorunda kalışıydı. Tutukluluktan çıkıp tutuklu yakını oluşuydu. Yer değiştirmiştik o kadar. Ne olduysa oldu bu kez de orduya hakaretten 12 Mart dönemi için yine sudan bir nedenden ve yine Ali Elverdi mahkemesince tutuklandım. Ne olduysa oldu yine eski arkadaşları görürüm diye seviniyorum.”

Sevgi Soysal’ın herhangi bir örgütle bağı yoktur. Onun suçları “Yürümek” gibi müstehcen görülen bir roman yazmak, bir masada bir arkadaşıyla 12 Mart ile ilgili konuşmak ve bu konuşmaların muhbirler tarafından ispiyonlanmış olması ve elbette Mümtaz Soysal’ın eşi olmaktır. Cezaevi’nde de her tür örgütten kadın vardır. Zaman zaman bu fazla örgütlü yapı tartışmaya ve uyumsuzluğa sebep olsa da ara yollar bulunur, hatta Sevgi gibi daha tarafsız isimler sayesinde uzlaşma sağlanır. Sevgi, mücadele eden bu kadınları sevmiş, inatçı ve boyun eğmeyen kişiliği “solcu”larla ve onların mücadelesi ve onlara yapılan haksızlıklarla yoğrulmuş ve süreç içinde biraz da onlardan biri olmuştur.

Cezaevi günleri hayatının en zor günleri olsa da en çok şey öğrendiği, insanı en fazla tanıdığı, iyi gözlem yaptığı ve disiplinli biçimde yazdığı bir okul olmuştur. “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti” romanını “her gün 8 sayfa” hedefi koyarak Yıldırım Bölge’de yazacaktır.

Yıldırım Bölge’ye dair anıları ise ancak dört yıl sonra kitaplaşır. Bir kadının kaleminden 12 Mart”ı okumak ise bizim kuşaklar için pek sıradan değildir. Ne gariptir ki böyle günlere dair kitapları, devrimci romanları hep erkeklerin ağzından okumuşuzdur. Devrimcilik “erkekçe” olduğundan mıdır, tüm feodal bakış açılarından sıyrılmış solcular için bile hâlâ bu alanda kadına çok fazla yer olmadığından mıdır yoksa kadınlar yazmadığından mıdır bilmiyorum ama bu tarz çok bilindik ve tanıdık değildir.

İşkenceye, bir de kadın olmanın eklenmesi bunu daha ayıp, daha utanç verici bir sürece sokmuştur belli ki. Ama Sevgi Soysal “Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu”nda bunu en esprili, en muzip, en az inciten haliyle yazmış, o günlere dair bir perdeyi kaldırmış, kadınların gözünden baskı günlerini resmetmiştir.

Demirsiz beton döküp merdiven yapmışlar Demirsiz beton döküp merdiven yapmışlar

Toplumsal olanla bireysel olanı aynı anda verebilmiş, dışarıdaki baskıyla ruh dünyasındaki baskıyı aynı anda resmedebilmiş bir yazardır Sevgi Soysal…

Ama sadece kadınların gözünden değil, kadınların içinden, onlardan biri olarak…

Kaynak: Haber Merkezi