İklim değişikliği, devlet politikalarını, sanayi stratejilerini ve bireysel tüketici davranışlarını da çok yakından ilgilendiren, hayati önemde bir konu olarak önümüzde durmaktadır. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi ve bunu takip eden Kyoto Protokolü ile devletler, iklim değişikliğinden sorumlu olan sera gazı emisyonlarını azaltma konusunda önemli adımlar atmıştır. Ancak gelinen nokta maalesef yeterli olmaktan çok uzaktır. Kyoto-Sonrası iklim değişikliği müzakerelerinde, uluslararası aktörlerin, sera gazı indirimlerini artırma konusunda çoğunlukla uzlaşamadığı görülmektedir. Müzakere sürecindeki sorunlara rağmen iklim değişikliğinin hayati bir konu olduğu ve küresel çapta hedeflerin belirlenmesi gerektiği ve geçen her zamanın aleyhimize işlediği de aşikârdır. Türkiye, bugüne kadar iklim değişikliği müzakerelerinde geri planda kalmış ve gelişmekte olan bir ülke olarak sera gazı emisyonlarının azaltılmasıyla ilgili taahhüt üstlenmemiştir. Ancak ortak bir sorun olan iklim değişikliğine karşı bir AB adayı olan Türkiye’nin de önlemler alması ve sanayi ve diğer sektörlerde iklim değişikliğiyle mücadele politikaları ile uyumlu olabilecek reformlar yapması gerekmektedir. Bu da, gerek üretim metotlarında gerekse bireysel olarak tüketim kalıpları ve yaşam şekillerinde önemli bir yeniden değerlendirme ve dönüşüm sürecini getirecektir.
* * *
İklim değişikliği, gerçekte çevre kirliliği ve betonlaşmanın bir neticesi olarak insan faaliyetleri sonucunda ortaya çıkan küresel bir sorundur. BM’nin uzman kuruluşu Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli Raporları’nda (IPCC) sıkça kullanılan bu gerçek, en son 30 Eylül 2013 tarihinde yayımlanan Beşinci IPCC Raporu’nun Ön Değerlendirme Raporu’nda (WGI; AR5), açık bir ifade ile, “yüzde 95” oranla artık olasılık kavramından sıyrılmış bir halde “tartışmasız insan kaynaklı bir sorundur” ifadeleriyle kullanılmaktadır.Bu durum tartışmasız kesin bir olgudur. İklim değişikliğinin, önümüzdeki yıllarda sadece çevre politikalarında değil aynı zamanda sağlık, ekonomi, insan hakları politikaları ve hatta askeri harekâtların bile içeriğinde yer alması şüphesiz olağan hale gelecektir. Güvenlik algısı sadece ülke bağımsızlığı ya da siyasi ilişkilere bağlı olarak ülkelerarası askeri güç ilişkileriyle sınırlı kalmayıp, bilhassa “çevre=güvenlik” algısının giderek farklı boyutlara taşınmasıyla daha da belirginleşecektir. Hatta küresel çevre problemlerinin, olası etkilerinin azaltılması noktasında ulusal çıkarlar niteliğinde ve bazen de birliğin ortak güvenlik politikası çerçevesinde strateji raporları içerisinde yerini aldığını da görmekteyiz. Geliştirilen modeller ve senaryolar üzerinden ileriki dönemlerde iklim değişikliğinin olası etkilerinin en aza indirilmesi ya da daha önemlisi “iklim değişikliğine en yüksek seviyede uyumun sağlanması”, en temel ihtiyaçlardan biri olarak gözükmelidir. Hiç şüphesiz geç kalınmaması, şimdi atılacak adımların doğruluğuna bağlı kalmaktadır.
* * *
En önemli öncelikler arasında olmasa da ve birbirinden farklı yaklaşımları barındırmasa da, Türkiye’de de yavaş yavaş siyasi seçim programlarında görülen çevre ve iklim değişikliği söylemleri mevcuttur. BMİDÇS ve Kyoto Protokolü’ne bağlılık, Türkiye için uzun bir yolun başlangıcı niteliğinde algılanmalıdır. Her ne kadar Kyoto Protokolü’ne getirilen eleştiriler gündemde olsa da, Türkiye’nin önceliği, ulusal belgeler içinde yer alan sorumluluklarını ve gelecek planlarını temiz enerji üretimi teknolojilerine yapacağı yatırımlardan sağlamalıdır. Kyoto Protokolü, uluslararası somut yükümlülükler getiren ve 2020 yılına kadar geçerli olacak tek çerçeve metin olmaya devam etmektedir. Protokol’ün küresel ısınmanın engellenmesine etkisi, şu yönde açıklanabilir: Protokol, belirtildiği üzere, ülkeleri daha somut emisyon azaltım hedefine yöneltmesi bakımından küresel iklim değişikliği ile mücadelede önemli bir çerçeve sunmaktadır. Protokol’e taraf olan ülkeler üzerinden, sera gazı emisyonları azaltımı belirli bir süre daha devam edecektir. Ancak “güven ortamında” azaltımların ne kadar olacağı ve ülkelerin taahhütlerine ne kadar sahip çıkacağı, Doha sonrası ortamda net değildir. Kyoto Protokolü’nün 2020 yılına kadar uzatılması hem iyi hem de yetersiz bir gelişmeyi yansıtmaktadır. Kararın önemi daha çok, birinci yükümlülük döneminin bitmesiyle Kyoto-Tipi müzakerelere yön verecek “kısa vadeli de olsa” bir ilerleme sürecine daha girilmesi ve müzakerelerde iklim değişikliğinin gündemde kalmaya devam etmesi noktasındadır. Yetersiz olması ise, adil bir karbon fiyatlandırması sunmamasından ötürü ileri gelmektedir.
* * *
Sonuç olarak, Dünya genelinde toplam emisyonların yüzde 15’ini (AB) ve KP’nin ikinci yükümlülük dönemine “evet” diyen ülkeler oluşturmaktadır. Yeni anlaşmanın küresel ısınmayı iki derecenin altında tutma hedefi için, sadece belli başlı ülkelerin ya da birliklerin değil, tüm ülkelerin ortak bir cevabının oluşması artık kaçınılmazdır. Daha da önemlisi bunun sürdürülebilir olması esas olacaktır. Türkiye’nin iklim değişikliği kapsamındaki ulusal vizyonu; iklim değişikliği politikalarını kalkınma politikalarıyla entegre etmiş, enerji verimliliğini yaygınlaştırmış, temiz ve yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımını arttırmış, iklim değişikliğiyle mücadeleye özel şartları çerçevesinde aktif katılım sağlayan ve yüksek yaşam kalitesiyle refahı tüm vatandaşlarına düşük karbon yoğunluğu ile sunabilen bir ülke olmaktır.Bunun için vakit çok geç olmadan her türlü kirlenmenin ve kontrolsüz betonlaşmanın alabildiğine arttığı bir dönemde bütün siyasi partilerin konsensüsünde ortak bir anlayış içinde olmak üzere çocuklarımıza temiz çevre ve en iyi koşullarda miras bırakılması ortak bir politika olmalıdır.