TÜİK’den yapılan açıklamaya göre Yİ-ÜFE (2003=100), 2020 yılı Eylül Ayı’nda bir önceki aya göre yüzde 2,65, bir önceki yılın Aralık Ay’ına göre yüzde 13,44, bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 14,33 artış gösterdiği görülüyor. Türkiye’nin iktisadi gerçeklerine bir göz attığımızda ise bilindiği gibi, enerji ihtiyacının çok büyük bir bölümünü yurt dışından karşılayan, ayrıca üretim için, giderek artan oranda ara mal ve hammadde ithal etmek durumunda olan Türkiye yönünden “kur artışı” en önemli “maliyet unsurudur”. Her şeyden önce, tarım ürünleri de dâhil, tüm tüketilen maddelerin tedariki, yakıt nedeniyle kurlardaki değişimden doğrudan etkilen mektedir. Bu nedenle üretim ve işletme faaliyetlerinde, tam olarak ölçülmesi mümkün olmamakla birlikte, kurdaki artışın fiyatları (maliyeti) ne kadar etkilediği tahmin edilmeye çalışılır. Bu bağlam daki bir diğer olgu da, “ulusal para değer yitirdiği” ve “geçişkenlik etkisi” olduğu sürece, ithal edilen her hammadde, ara mamul, enerji ve nihai ürünler yoluyla, yurtiçinde fiyatların artması da kaçınılmaz hale gelmektedir. Döviz kuru geçişkenliği, döviz kurlarındaki herhangi bir değişimin ne ölçüde yurtiçi fiyatlarına yansıyacağını ifade etmektedir. Bir diğer şekilde de, İhracat ve ithalât yapan ülkeler arasındaki döviz kurunda yaşanan yüzde bir birimlik değişi min, yerel para birimi cinsinden ithalât fiyatlarında oluşturduğu yüzde değişim olarak tanımlanmaktadır.

                                         *        *        *

Bu kapsamda gerçekleştirilen ampirik çalışmalar göstermiştir ki Döviz kurlarının TÜFE ve Yİ-ÜFE üzerindeki “geçişkenlik etkisi” nin doğrusal olmadığı; söz konusu bu etkinin 1.5 yıl sürdüğünün ve ortalama 1 yılda etkinin önemli bir kısmının gerçekleştiği de tespit ve müşahade edilmiştir. Bu yönde; Dolar’dan tüketici fiyatlarına doğru geçişkenlik etkisi 1.5, üretici fiyatlarına doğru olan etkisi ise 1.38 kat; buna karşın, Euro’dan tüketici fiyatlarına doğru geçişkenlik etkisinin 1.79, üretici fiyatlarına yönelik etkisinin ise yaklaşık 1.63 kat olduğu, şeklindeki bulgulara ulaşılmıştır.Bu açıdan geçmişte  yaşananlara bir göz atıldığında; 2018’in ilk dokuz ayındaki sepet kur artışı yüzde 64’ü bulmuş ve aynı dönemdeki Yİ-ÜFE artışı da yüzde 39 olmuştu. Rahip krizinin çözülmesi ve TCMB’nın, her zaman olduğu gibi gecikerek yaptığı “yüklü faiz artırımıyla” TL değer kazanmış ve kurdaki on aylık artış yüzde 50’ye gerilemişti. Diğer yandan on ayın sonunda fiyatlar, az da olsa artışını sürdürerek, yüzde 40 oranında artmıştı. Sonraki iki ayda kurda gerileme daha da belirginleş miş ve kur artışı ile fiyat artışı aynı düzeyde gerçekleşmişti. Kur artışı anlamında daha düşük oranda olmakla birlikte 2020 yılında da 2018’in benzerini yaşanmaktadır. Sepet kurda ilk dokuz ayda yaşanan artış yüzde 33’ü buldu. Ne var aynı dönemde gerçekleşen Yİ-ÜFE’deki artış sadece yüzde 13 seviyesinde kalmıştır.

                                      *        *        *

Mamafih bu gözlemden yapılacak en yalın çıkarım ise, 2020 yılında gerçekleşen kur artışının fiyatlar üstünde, önceki yılların tersine pek etkisi bulunmadığı, geçişkenliğinin zayıfladığı şeklinde olmaktadır. Peki, ama ne oldu da bu ilişki bu kadar çok zayıfladı? Bu sorunun da mutlaka cevabının verilmesi gerekmektedir. Sorunun yanıtı; “salgın nedeniyle düşen talebin” etkisi olduğudur. Daha açarsak, yığınların satın alma gücü azaldığından talep düşük seyretmekte, bu yüzden kurdan kaynaklanan yük, maliyet üstünde çok yoğun bir baskı oluşturmakla birlikte, toptan fiyatlara yansıtılamamaktadır. Buna ek olarak, salgın yüzünden bu dönem zarfında “üretim yapılamamış” ya da çok “düşük üretimle” geçici yetinilmek durumunda kalınmıştır. Anılan etkenlerin de maliyet artışının fiyatlara yansımasını engellediği düşünülebilir. Ancak bunun dışındaki diğer bir neden ise fiyat artışını tam olarak ölçeme mek” olmaktadır. Daha açık bir ifadeyle, bu anlamda yapılan bir hata veya yetersizlik sonucu “fiyat artışı ile kur artışı arasındaki makas” bu kadar “açık” görünüyorsa; gerçekte makas bu kadar açık değilse…müteakip nedenlerin bir andaarttığına tanık olunmaktadır.

                                       *        *        *

Sonuç olarak, Ülkemiz ekonomisinin reel gerçeklerini dikkate aldığımızda; burada bir şeylerin açıkça yanlış gittiğini tahmin etmek pek de zor olmamaktadır. Özellikle pandemi sürecinde yaşanan gelişmekte olan ülkelerle gelişmiş ülkeler arasındaki çarpıcı farkları incelediğimiz zaman, gelişmekte olan ülkeler bazında seyretmekte olan finansal kırılganlıklar ve resesyon sebebiyle sürekli borçlanmak zorunda kalınırken; GSMH’daki  büyüme açısından genellikle eksi düzeyde küçülmelere varan durumlarla karşı karşıya kaldıkları gibi bu pandemi dönemi açısından ekonomilerinde oluşan büyük hasarların zaman içinde gittikçe büyüdüğü ne tanık olunmaktadır. Gelişmiş ülke   kapsamında olanlar için ise pandemi sürecinden daha az iktisadi hasarlarla geçişkenlik yaparlarken, toplumsal yönden gerçekleştirilen sosyal ve mali desteklerin mümkün olabilecek  azami düzeyde arttığını da görmekteyiz. Burada asıl dikkat çekilmesi gereken durum ise küresel resesyonun pandemi risk koşullarıyla birleşerek ağır baskılar oluşturduğu ortamlara doğru yön alan gelişmekte olan ülkelerin daha zor koşullarda yaşamak zorunda kalmaları gerçeği karşısında tolerasyonun daha ağır ve güç şartlarda olmasıdır. Neticede üretimden çok ağırlıklı şekilde tüketime yönelmiş olmaları, açık finansmana giderek merkez bankalarınca para basma yöntemi ile çıkış yolu bulabilme leri de durumu daha da içinden çıkılmaz hale getirmesi kaçınılmaz olmaktadır. Böyle bir durumda geriye kalan tek çözüm ya ihracat potansiyeli büyük olan yüksek katma değerli ileri teknolojiye yönelmek olmalı, ya da bunun yanında ithalat yerine ihracat imkanı fazla olan tarım ürünleri üretimiyle durumu kotarmak gerekmekte dir.